top of page

Savaş ve Travma Üzerine Bir not

Psikanaliz Yazıları -34. Bireysel ve Toplumsal Travmalar I

Ülkemizin, hatta dünyanın içinden geçtiği zor günleri -doğuda dinin, batıda ise ırkçılığın ve sağın yükselişini- düşündüğümde bireysel ve toplumsal travma teması bana şiddet ve ötekileştirme kavramlarını çağrıştırdı. Gerek hepimizin günlük yaşantısını etkileyen, en az bir tanıdığımıza zarar vermiş olan ya da birini ucu ucuna atlattığımız terör eylemlerini, gerekse gerçekleşmekte olan toplumsal ve siyasal değişimlerle şekillenen yakın geleceğimizi düşündükçe kaygılanıyorum. Bu yaşanılan süreci anlamlandırabilmek adına Freud'un savaş döneminde yazdıklarını yeniden okurken, onun da kendi döneminin toplumsal hareketleri sonucunda geleceğinin belirsizliğinden ötürü kaygılandığını ve kimi durumların geçiciliğini deneyimlemekten kaynaklı isyan gibi duygular taşıdığını görüyorum. İster istemez sosyal ve bilimsel alanlardaki gelişmelerin tarihte görülmediği kadar hızlandığı 20. ve 21. yüzyılın toplumlarında aradan geçen bir asra rağmen nasıl oluyor da Freud ile benzer hisleri deneyimleyebiliyorum diye kendime soruyorum. Onun sesine kulak vererek bu sorgulamayı bitiriyorum: ''Çağımızın birlikte getirdiği kötülüğü aşırı güçlü hissediyoruz ve onu yaşantılamadığımız başka çağların kötülüğüyle karşılaştırmaya hakkımız yok1''. Günümüzde yaşananlara odaklandığımda ise toplumsal olguların yarattığı duygu beni şiddetin kökenini, yapısını ve nasıl yaşantılandığını araştırmaya itiyor. Psikanalitik bakış açısıyla düşündüğümdeyse daha belirgin iki soru doğuyor: Savaşları, toplumsal yapıyı ve söylemi düşünmenin psikanaliz geleneğindeki yeri nedir? Şiddetin bir nedeni olabilir mi ?

Biliyoruz ki olgularla yürütülen psikanaliz çalışmalarının yanı sıra toplumsal olaylar ve travmalar hakkında düşünmek psikanalizin en köklü geleneklerinden biridir. Bu gelenek hem psikanalizin kuramını hem de toplumdaki konumunu sıradışı bir şekilde etkilemiştir. Psikanalizin getirisini anlayabilmek adına öncelikle savaş nevrozları dahil olmak üzere o dönem psikiyatrisinde akıl hastalarının nasıl ele alındığına kısaca değinmek lazım. Savaş sırasında ve sonraki yıllarda hastalar psikanalizle tedavi edilmedikleri takdirde kliniklerde veya hastanelerde elektroşokla, 1790 yılında Hôpital de Bicêtre'de ilk kez kullanılmaya başlanan ''deli gömlekleri'' giydirilerek ya da Benjamin Rush tarafından icat edilen ve ''sakinleştirici sandalye'' diye adlandırılan bir koltuğa bağlanarak hareketsizleştirme ile tedavi edilmeye çalışılıyorlardı. Eğer doktorları, bu tedavi şekillerinden birini uygun gördüyse bu hastalar yaklaşık olarak günde dört saatlerini koltuğa bağlı veya gömlekle elleri kolları bağlı olarak geçiriyorlardı. Bu hastaların yalnızca kendilerini belirli aralıklarla kontrol eden hemşireleri gördüklerini düşündüğümüzde toplumdan ve hastanenin kalanından izole edildiklerini söyleyebiliriz.

20. yüzyılın başında akıl hastalarına uygulanan tedaviler ne yazık ki sadece izole etmekle sınırlı değildi. New Jersey'de bulunan Trenton Hastanesi'nin baş hekimi Henry Cotton hastalara ağır şiddet içerikli tedaviler uyguluyordu. Kendisi psikozun bedende bulunan bir sıvıdan ötürü ortaya çıktığını ileri sürüyor ve hastaların bağırsak, mide, diş, beyin gibi organlarını bedenlerinden alıyordu. Birçok hastası ne yazık ki hastanede hayatını kaybetti. Ne kadar üzücüdür ki bu yöntemler sadece bu hastanede uygulanmakla kalmadı, yaygın olarak kullanılan yöntemler haline geldi. Bu durumda hastaların 20. yüzyılın başında psikanalizle iyileştirilmeye çalışılmadıkları takdirde gördükleri müdehalelerin birçoğunu güncel olarak şiddet ve kötü muamele olarak tanımlayabiliriz. Örneğin savaş nevrozlarından hastaneye yatan askerleri düşünelim. Bu askerler öncelikle savaşa gitmiş, vahşete tanık olmuşlar ve bedensel belirtiler başta olmak üzere çeşitli belirtiler geliştirmişlerdi. Üstelik kimi hastanelerde bu askerlerin numara yaptıkları düşünülüyor ve ''iyileştirmek adına'' bu askerlere elektroşok yapılıyor ya da en iyi ihtimalle izole ediliyorlardı. Aynı zamanda tıpkı 1890'larda Freud'un gördüğü histeri olgularının o dönemin doktorları tarafından ''yalan söylemekle'', ''hasta numarası yapıyor olmakla'' yaftalanmaları gibi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında da savaşa katılmış askerlerin dönemin psikiyatrları tarafından ''hasta rolü yaptıkları'' düşünülmekteydi.

Askerlere savaş sırasında geliştirdikleri nevrozu tedavi etmek amacıyla elektroşok tedavisi uygulayan kliniklerden biri de Profesör Wagner-Jauregg'un kliniğiydi. Bu tedavilerle ilintili olarak, aynı zamanda intihar sonucu ölmüş askerleri de göz önünde bulundurarak parlamento komisyonu bir soruşturma başlattı. Bu komisyon, profesörün tedavi şeklini incelemek üzere Freud'u bilirkişi olarak atadı. Bunun üzerine Freud, Türkçesini Psikanaliz Yazıları dergisinin bu sayısında da okuyabileceğimiz Savaş Nevrozlarında Elektroşokla Tedavi Üzerine Bilirkişi Raporu adlı metnini yazıp, komisyonun ve profesörün önünde okudu. Raporunda öncelikle bu hastaların rol yapmadıklarını dile getirdi: “Benim kurucusu olduğum psikiyatrinin psikanalitik ekolü, yirmi beş yıldır barış dönemi nevrozlarının duygusal yaşamın rahatsızlıkları olduğunu öğretir. Artık aynı açıklama savaş nevrozlarına da uygulanabilir. Ayrıca biz nevrozluların ruhsal çatışmalardan acı çektiklerini, arzuların ve yönelimlerin hasta tarafından bilinmemekte olduğunu, yani bilinçdışında temellendiğini de belirtmiştik.1” Onların yaşadıkları süreci anlattıktan sonra, son olarak bu hastaların psikanalizle iyileşebileceklerini belirterek raporunu bitirdi: “Savaş nevrozlarında elektrikle tedavinin kesin başarısızlığına dair bir de şunu eklemek isterim, 1918'de savaş nevrozları için kurulmuş olan bir askeri hastanenin başhekimi Dr. Ernst Simmel, benim tarafımdan önerilen psikoterapi tekniğinin ağır savaş nevrozu hastalarında uygulamasından elde ettiği başarıyla ilgili bir broşür yayınlamıştır. Bu yayımdan ötürü, Budapeşte'de 19182 yılının Eylül ayında yapılan psikanaliz kongresine Bulgar, Avusturya ve Alman ordularının yönetimlerinden resmi temsilciler de katıldı ve onlar, savaş nevrozlarının yalnızca ruhsal olarak tedavi edilmeleri için servislerin kurulmasına kefil oldular...3” Gördüğümüz gibi Freud'un mahkemede bilirkişilik yapması ve dönemin psikanalistlerinin savaş nevrozları ile çalışmasının sonucunda devlete bağlı psikanalitik tedavi merkezleri kurulması düşüncesi doğdu ve bu da psikanalizin toplumdaki konumunu ciddi bir şekilde değiştirdi.

Savaş nevrozları ile çalışmanın psikanaliz kuramı4 üzerinde de bir etkisi oldu. Psikanaliz tarihinin 1890'lardan başlayıp 1915'e kadar devam eden ilk çeyrek asırlık dönemi, birçok diğer keşfin yanı sıra özellikle birinci libido kuramı yani benlik dürtüsü ve cinsel dürtüleri ve birinci yerleşimsel kuramı yani bilinçdışının yapısının araştırılmasını içerir. Aynı zamanda Freud, savaş yıllarına kadar ruhsal süreçleri ekonomik bakış açısıyla haz ve gerçeklik ilkeleriyle de açıklar. Bu durumda detaylara girmezsek belirtinin ortaya çıkışını şu şekilde özetleyebiliriz; nevrotik bireyin belirtileri [ya da sakar eylem, düş, düşlem, dil sürçmesi, vb.] bilinçdışının üretimidir. Bir arzunun bastırıldığının ve bastırılmışın geri dönüşü aracılığıyla ifade edildiğinin göstergeleridir. Freud'un kuramının erken tarihlerinden itibaren belirti aynı zamanda bilinçdışı bir çatışmanın arabulucusu (*formation de compromis) ve hastalığın son etabıdır. Bu durumda nevrotik birey de belirtisinden acı çekiyor ve bu ıstıraptan kaçınmaya çalışıyordur. Bu bilgilerin ışığında özetle bireysel bilinçdışının keşfi ve bunu klinikte inceleyebilecek serbest çağrışım adı verilen bir yöntem/teknik gelişmesiyle psikanalizin temeli atılır diyebiliriz. Bu üç bakış açısı [yerleşimsel, dinamik ve ekonomik bakış açıları] 1915 senesine kadar klinik çalışmalar için sağlam yaklaşım ve teknikler sunmakla birlikte Freud'a göre ne güncel kliniği, ne şiddeti, ne bir savaşın varlığını, ne de Birinci Dünya Savaşı süresince ya da sonrasında ortaya çıkan patolojileri yeterince iyi biçimde açıklamaya yetmez. Freud, eğer bireyin ruhsallığı sadece haz ilkesine göre çalışıyorsa ve acıdan/hoşnutsuzluktan kaçınıyorsa savaş nevrozlarında en sık karşılaşılan durum olan travmatik deneyimlerin rüyada tekrar etmesini ya da tam iyileşme gerçekleşecekken belirtilerin alevlenmesini nasıl açıklarız diye kendisine sorar. 1920 yılında kaleme aldığı Haz ilkesinin ötesi'nde metninden itibaren kuramının son 20 yılında geliştirdikleri tam olarak da bu sorulara ve kuramsal çıkmazlara cevap vermeyi hedeflemektedir. Tekrarlama ve ölüm dürtüsünün keşfi, narsisizm ve özdeşleşimle ilişkisinin açığa çıkmasıyla belirtiyi anlamak için artık ölüm ve yaşam dürtüsü arasındaki çatışmayı da incelememiz gerekmektedir.

Bu metapsikolojik çıkarımlar psikanalizde travma kavramını yeniden düşünmemizi de sağlar. Psikanaliz; ekonomik bakış açısına göre, kişinin ruhsallığını zorlayan aşırı uyarana maruz kalma yaşantısını travmatik olarak tanımlar. Bu durumun bilinçdışı süreç ve dinamiklerle ilişkilenmesine odaklanır. Psikanalize giriş seminerlerinde Freud travmayı şu şekilde açıklar: “Biz kısa zamanda ruhsal yaşamı pek çok uyaranla karşı karşıya bırakan, dolayısıyla bu uyaranlarla normal yoldan başa çıkılamamasına ya da hastalarca üzerlerinde çalışılıp kendilerine mal edilememesine, eldeki enerjinin ruhsal dağılımında bozukluklara neden olan her yaşantıyı travmatik olarak nitelendirmekteyiz. Aradaki benzerlik [nevroz ve travmatik nevrozlar], nevrozlu hastalarımızın takılıp kaldıkları yaşantıları da travmatik diye nitelendirmemize yol açıyor5.” Bu bağlamda şunu söylemek yanlış olmayacaktır; psikanaliz için travma, popüler kullanımdaki ya da genel olarak tanı sistemlerindekilerin aksine, yoğun şiddet içeren terör olaylarına, savaş, taciz ya da tecavüz gibi olaylara indirgenemez. Gerçeklikte vuku bulan herhangi bir yaşantı, bu saydıklarımıza kıyasla basit gündelik bir durum gibi görünse dahi, ruhsal düzenekte yarattığı etkinin kimi zaman travmatik olabileceği düşünülebilir. Bu durumda toplumsal alanda gerçekleşen ağır şiddet içeren olaylardan bireylerin farklı düzeylerde etkilendiklerini, bu olanların her birey tarafından deneyimlenişinin kişinin ruhsallığının yapısal örüntüsü ile ilintili olduğunu belirtebiliriz. Bu durumda psikanalitik bakış açısıyla travma kliniğini ele alabilmek için bireyin toplumsal düzeyde olandan öznel olarak ne şekilde etkilendiğini, düşleri ve düşlemlerinde bunların nasıl alımlandığı ve şekillendiğini, yaşanılan olayın hangi düzey ve düzlemdeki kaygıları uyandırdığını analiz etmemiz gerekir. Bizim asıl konumuz olan savaş nevrozlarını da Freud birer travmatik nevroz olarak tanımlar: “Savaş nevrozları, barış zamanının sıradan nevrozlarından belirli niteliklerle ayrışsa dahi, benliğin bir çatışması ile açığa çıkmış travmatik nevrozlar olarak ele alınmalıdırlar... Bu çatışma, geçmişteki barışçı benlik ve askerin yeni savaşçı benliği arasındadır ve bu çatışma barışçı benliğinin, yeni oluşmuş parazit eşin maceraperestliği yüzünden (*aventureuses de son double parasite nouvellement formé) hayatın elinden alınması riskini ne kadar çok taşıdığını fark etmesiyle açığa çıkar. Bu durumda açıklıkla şunu söyleyebiliriz ki,eski benlik travmatik nevroza sığınarak kendisini hayati bir tehlikeden koruyordur ve kendisini bu yeni hayatını riske atan, tanıyamadığı benliğe karşı savunuyordur.6” Bu alıntıda iki nevroz türünü [savaş nevrozları ve travmatik nevrozlar] ele alışının birbirinden sıradışı bir şekilde farklılaşmadığını görüyoruz.

-

Freud'un savaş nevrozlarıyla çalışmasının sonucunda doğan kuramsal keşifleri, değerli Fransız psikanalist Jacques Lacan nasıl okur? Bu okuma onun kuramına ne katmıştır? Yukarıda belirttiğimiz gibi savaş nevrozları kliniğinde Freud'u en çok düşündüren ve haz ilkesinin ötesinde ölüm dürtüsünü düşünmesini sağlayan, tekrarlama zorlantısı olmuştur. Lacan, 1964 senesinde verdiği seminerini Psikanalizin Dört Temel Kavramı olarak adlandırır. Bu sene süresince Freud tarafından yapılan travmatik nevrozlar üzerine olan çalışmaları ele alır ve tekrarlamayı psikanalizin dört temel kavramından biri olarak ortaya koyar. Tekrarlamanın travma ile ilişkisini incelerken ilk olarak şu soruyu sorar; ''Haz ilkesi bakımından hiçbir gerekçesi yoksa, travmanın tekrarının işlevi nedir? Acı verici olaya hakim olmak denecektir –ama kim hakim olacak, hakim olmayı gerçekleştirecek hakim nerede? Tam da hakim olma işlemine girişecek mercinin nerede olduğunu bilmezken konuşmakta niye acele edelim?7'' Bu alıntıda Lacan travmayı yerleşimsel kurama göre nasıl okuyabileceğimizi sorguluyordur. Bu arayış onu, bilinçdışının statüsünü ve işleyiş düzeneklerini açıklamaya götürecektir.

Bilinçdışının statüsüne ve işleyişine dair olan bu çalışmalarsa onu kliniğinin en önemli anahtarı ve kavramı olan 1959-1960 senelerinde “Psikanalizin Etiği” seminerinde temellerini attığı zevk (*jouissance) kavramını geliştirmeye itecektir. Freud'un kuramında haz ilkesi sabitliği ve dengeyi hedeflerken; Lacan'ın kuramında zevk bu dengeyi bozan fazlalıktır. Zevk kavramını aynı zamanda bir zevk fazlası (*plus de jouir) olarak tanımlaması da bundandır. Gördüğümüz gibi Lacan haz ilkesi ile olan karşıtlığını incelemek için bu kavramı ileri sürmüştür. Fakat zevk sadece haz ilkesinin aksi değildir aynı zamanda arzunun da zıttıdır. Zevkin tahammül edilemeyen fazlasını, bedende hissedilen bir duyguyu, acıyı ve ıstırabı işaret eder. Lacan zevk kavramını Psikanalizin Etiği seminerinde şu şekilde tanımlar: ''zevk bir dürtünün doyumudur.8''. Bu cümleyi okuduğumuzda ilk anladığımız zevk ve dürtünün doyumunun aynı anlama geldiğidir. Oysa ki Freud'a göre dürtü sabit bir güç gibi hareket eder. Bundan ötürü cümleyi anlamak için düşünmek ve metnin bütününü yorumlamak gerekir. Bu paragrafta Lacan ölüm dürtüsünü ele alıyordur ve bu cümlede asıl konu ölüm dürtüsünün doyumudur. Lacan dürtünün doyumsuzluğuna ve sabit bir güç olarak hareket etmesine dair yazılanların aslında ölüm dürtüsü için de geçerli olduğunu ortaya koyar. Burada bu doyum hedeflenirken bedende ve ruhsal alanda yaşantılanan işaret ediliyordur ve özetlemek adına kuramsal açıklama kısaltılmıştır. Zevk, Lacanyen bir Kavram kitabının yazarı Nestor Braunstein dürtü ve zevk kavramı arasındaki ilişkiyi şu şekilde özetlemiştir: ''Eğer zevkin dürtüyle herhangi bir ilişkisi varsa bu dürtünün ardında her zaman bir doyumsuzluk bırakmasındadır ki bu [doyumsuzluk] tekrara itendir. Dürtü doyuma ulaşmadıkça hikayesinin yazımı (*historise) devam eder. Şunu kesin olarak söyleyebiliriz; zevk, nesnenin etrafındaki dürtüsel döngünün artığıdır...9'' Başka bir deyişle haz ilkesinin ötesi daha fazla haz değil, acı ve ıstıraptır. Çünkü Jacques Alain Miller'in de belirttiği gibi ''öznenin katlanabileceği hazzın kapasitesi bellidir. Bu sınır aşıldığında haz acıya dönüşür ve Lacan’ın zevk olarak tanımladığı şey, işte bu “acıtıcı ilkedir”10.'' Aynı zamanda zevk fazlası ve zevk kavramları insanı diğer türlerden ayıran konuşma beceresine de atıfta bulunan birer kavramdır. Çünkü kavramın kuramda anılışı hep, konuşan varlığın zevki (*la jouisance du parlêtre) ya da konuşan varlığın zevk fazlası şeklinde olmuştur. Burada zevk ve simgesel alan arasında kurduğu bağ travmayı anlamamız için önemlidir. Lacan'a göre travma, özneye kendisini dayatan, kendisinin buna karşı bir şey yapamadığı, fazla bir uyarıma aniden maruz kaldığı ve başına geleni - olayın şiddetinin büyüklüğü ya da küçüklüğü fark etmeksizin- simgeleştiremediği durumdur. Bir şey/bir olgu söz konusu olan özne için anlam alanının dışında (*hors sens) kalmıştır. Bundan ötürü Lacan en bilinen sözcük oyunlarından birini yapar ve traumatisme (*travmatize olma) kelimesinden troumatisme kelimesini üretir. Trou delik demektir. Troumatisme11, bu durumda delikli olmak anlamına gelir. Her zaman dile gelemeyen, söze dökülemeyen bir ''şey'' vardır. Lacan, troumatisme kavramıyla dildeki deliği ve dolayısıyla özneyi tekrarlamaya iten bir zevk fazlasını işaret eder. Lacan'ın da kendi geliştirdiği bir yerleşimsel kuramı vardır. Bu kuramda imgesel, simgesel ve gerçek alanlarından bahsederiz. Bu ani uyarım gerçek alanı ile olan ani bir karşılaşmayı ve bu alanının simgesel düzlemle örülemeyip, özümseme yerine, tekrarlama ile ortaya çıkışını göstermektedir. Bunun sonucunda da bireyin şikayet ettiği ıstırabı doğar.

-

Görüyoruz ki savaş nevrozları ile çalışmasının sonucunda Freud, tekrarlama zorlantısı ile ölüm dürtüsünü keşfetmiş, Lacan ise bu tekrarlama zorlantısını psikanalizin en temel kavramı yaptıktan sonra haz ilkesinin ötesinde, arzu ile ölüm dürtüsü arasında kalan zevk kavramını geliştirmiştir. Bu demek oluyor ki savaş nevrozları ile çalışmak psikanalizin hem kuramını hem de toplumdaki konumunu geri dönülemeyecek bir şekilde etkilemiştir. Bu metinler Birinci Dünya Savaşı ve sonrası dönemlerde yazılmışlardır. Fakat ne yazık ki savaş, bizim zamanımıza kadar sürmüştür. Dolayısıyla bu aşamada metnin başında ortaya koyduğumuz ikinci soruya dönebiliriz; neden savaş?12, neden şiddet?

Bu soruya cevap verebilmek adına da Freud'un “Dürtüler ve kaderleri”1314 metnini incelememiz gerekli. Bu metinde Freud dürtüsel süreçleri metapsikolojik açıdan incelemiş ve her dürtünün bir itkisi, amacı, nesnesi ve kaynağı olduğunu belirtmiştir. Burada dürtüye bir neden ya da anlam yüklemediğini fark etmek önemlidir. Freud'a göre dürtü, kaynağı bir organda temellenen bir sürecin ruhsal alanda tasarımını işaret eder. Her dürtünün amacı dürtünün doyumu yoluyla, oluşturduğu baskının ortadan kaybolması ve doyuma ulaşmaktır. Bu amaca ruhsal alanda uyguladığı baskı ile ulaşabilir. Dürtünün baskısı onun gerektirdiği etkinliğin yani ''tasarımladığı çalışma isteminin güç miktarı15'' anlamına gelir ve ruhsal alan üzerinde baskı uygulamak tüm dürtülerin ortak niteliğidir. Dürtünün nesnesi, onun sayesinde dürtünün amacına ulaştığı şeydir ve dürtünün en değişken niteliğidir. Hatta Freud konumuz açısından çok önemli bir not düşer: ''Nesne başlangıçta dürtüyle ilişkili olmayıp yalnızca doyumu olası kılmaya özellikle uygun oluşu nedeniyle ona atanandır... Nesnesine özellikle yakın bağlılığı durumu ''kilitlenme'' (*fixation) terimiyle ayırt edilir.16''. Şimdi bu nesneye kilitlenmenin nasıl yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini göreceğiz.

Freud, 1915 yılında kaleme aldığı Dürtüler ve Kaderleri metninde henüz ölüm dürtüsünü keşfetmemiş olsa dahi, bu metninde bir kısmi dürtü olan cinsel dürtü için yazdıklarının ölüm dürtüsü için de geçerli olacağını dile getiren kuramcılar vardır. Daha açık belirtmek gerekirse bu kuramcılar ölüm dürtüsünün de nesnesi, baskısı, amacı olduğunu varsayarlar. Bu; savaş, şiddet, terör, sokak kavgaları, toplu katliamlar/intiharların ölüm dürtüsünün toplumsal alanda dile getiriliş şekli olduğu anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, bu tip bir şiddet insana özgüdür. Yalnızca insan yaşadığı ortama ve kendi türünden olduğu halde nedensiz yere ötekileştirdiği gruplara uygulayacağı şiddet için sınırsız yöntemler geliştirmiştir; gaz odaları, çarmıha germe, yakma, asma, taşlama, toplu katliamlar, kılıç, tüfek, bombalama, kimyasal silahlar... Ötekileşmiş grup yani ölüm dürtüsünün nesnesi tarih boyunca sürekli olarak değişim göstermiştir. Kimi zaman Museviler, Hıristiyanlar, Budistler, kimi zamansa Sünniler, Aleviler, Kürtler, Türkler, Güney Amerikalılar, siyahlar, uzak doğulular, Bulgarlar, Portekizliler, ve hatta cadılar, histerikler, kadınlar, kocasını aldatan kadınlar, cüzamlılar, deliler, eşcinseller, muhalifler, pitbul köpekler, kurtlar, maymunlar ve güvercinler... Tarihi inceleyecek olursak bu listeyi tamamlamak mümkün dahi olmayabilir17. Bu durumda şiddetin/savaşın nedenine dair sorumuzu psikanalitik bakış açısıyla nasıl cevaplayabiliriz? Gördüğümüz gibi ölüm dürtüsü ve onun toplumsal alanda ifadesi libidinal olmakla birlikte, bir nedeni olmayan ama bir mantığı izleyen ve bir nesnesi olan süreçlerdir. Savaş, ruhsal düzeneklerle ve bu düzeneklerin toplumsal alanda ifadesiyle ve insanın konuşan bir varlık olmasıyla ilintilidir. Yani toplumsal söylemden ve yapıdan bağımsız bir savaş düşünülemez. Bu bağlamda Lacan'ın ünlü aforizmasına18 da gönderme yaparak ''konuşan varlıkta (*doğal bir) savaş yoktur'' diyebiliriz. Biz, yaşanılan olayın içinde kaygımız ve üzüntümüzle ortada olan acıya yana yakıla bir neden arasak bile bunun olmadığını görmekteyiz. Bu bağlamda Paris saldırılarını yorumlayan psikanalist Clotilde Leguil'in metninin başlığı tüm söylenilenleri özetler niteliktedir: '' Nefretin nedeni yok ama nesnesi yok değil19 .

Sonsöz

Yazıyı noktalamadan önce yazımın sınırlarının dışında kalan, ele alınmayan en temel olgulara değinmek istiyorum. Toplumsal travmaların ve olayların bireyin ruhsal alanında yarattığı etkiyi ele alırken, metnimiz süresince bu olayların sadece travmatize ettiğine değindik. Başka bir deyişle Psikanaliz Yazılarının 34 numaralı sayısının ana konusu olan Bireysel ve Toplumsal Travma konuları dahilinde kaldık. Fakat geçen yıllarda Avrupa'dan ve Türkiye'den akın akın terör örgütlerine katılmaya gidenleri, uyguladığı şiddetten zevk aldığı izlenimi yaratan bireyleri, seri katilleri ya da bu videoları büyük bir hazla izlediğini dile getirenleri ele almadık. Bu konuyu ele aldığımızda tartışacağımız başka kavramlar doğacaktır. Aynı zamanda da travma kliniğindeki farklı klinik örüntüleri ve psikanalizdeki travmayı ele aldığımızda ortaya çıkan en önemli kavram olan ''sonradanlığı'' başka metinlerde ele almak önemli görünmektedir.

Konumuza dönecek olursak bireysel travmanın klinik örüntüsünü düşündüğümüzde aklımıza bedensel semptomlar, kabuslarda parçalanmış bedenler, bedenselleştirmeler; toplumsal travma dediğimizdeyse savaşlar, soykırımlar, toplu tecavüz ve katliamlar, terör olayları, faili meçhul cinayetler geliyor. Görüyoruz ki her ikisinde de beden sorgulamanın ve şiddetin merkezinde. Yazımı bu bağlamda iki alıntıyla bitirmek isterim. Lacan “Daha da beteri” adlı seminerini şu cümleyle tamamlar: ''Eğer bedenin kökenine geri dönersek, eğer kardeşlik kelimesini yüceltirsek... bedende temellenen ırkçılıktır ve daha bu konunun hesabı kapanmadı20.'' Ne yazık ki her tarafımızı sarmış beden imgeleri, güzelin yüceltilmesi, ideallerin yerini imgelerin almasıyla birlikte ırkçılık da yükseliyor. Paul Valéry'nin Deniz Mezarlığı'nda dediği gibi ''Rüzgar çıkıyor, Yaşama sarılmak lazım.21''

Pınar Arslantürk

1 S. Freud [1920]. Rapport d'Expert sur le Traitement Eléctrique des Névroses de Guerre, dans Résultats, Idées, Problemes-I, P.U.F., Paris, 1984, s.250.

2 Freud burada 28 ve 29 Eylül 1918 tarihinde Budapeşte'de olan I.P.A.'nın beşinci kongresine atıfta bulunmaktadır. Bu kongrede savaşta da yer almış olan Karl Abraham, Sandor Ferenczi, Ernst Simmel, Ernest Jones gibi isimler konuşma yaptı ve ilk defa bir kongreden sonra konuşmalar ''Psikanaliz ve savaş nevrozları'' başlığı altında kitap halinde derlendi.

3 S. Freud [1920]. Rapport d'Expert sur le Traitement Eléctrique des Névroses de Guerre, a.g.e., s.253.

4 Metapsikoloji psikanalizin bütün kuramını içermekle beraber Freud tarafından şu şekilde tanımlamıştır: ''Ruhsal bir süreci dinamik, yerleşimsel ve ekonomik yönleriyle açıklamayı başardığımızda ondan metapsikolojik bir sunum olarak söz edilmesini öneriyorum.'' S. Freud, [1915], Bilinçdışı, iç. Metapsikoloji, Çev: E. Kapkın, A.T. Kapkın, Payel Yayınları, İstanbul, 2002, s. 180.

5 S. Freud [1915]. Psikanalize Giriş, Çev: K. Şipal, Nevrozlar, Say, Ankara, 2013, s. 53.

6 S. Freud [1920]. Introduction à “La Psychanalyse des Névroses de Guerre”, dans Résultats, Idées, Problèmes, I, a.g.e., s. 245.

7 A.g.e., s. 57.

8 J. Lacan [1959-1960]. L'Ethique de la Psychanalyse, Le Seminaire Livre Vıı, Paris, Le Seuil, 1986, s.248.

9N. Braunstein [2005]. La Jouissance, Un Concept Lacanien, Paris, Eres, 2009, s.57.

10 J. A. Miller [2010], On Aime Celui qui Répond à Notre Question: "Qui Suis-Je ?", Çev: Özlem Akarsu, http://www.sanatatak.com/view/psikanaliz-bize-aski-ogret

11J. Lacan [1964]. Le Séminaire, livre XXI, « Les non-dupes errent » (inédit), leçon du 19 février 1974.

« Hepimiz gerçekteki deliği tıkamak için bir şey icat ederiz. Nerede cinsel ilişki yoksa orada troumatisme vardır.».

Lacan burada ''cinsel ilişki yoktur'' diyerek kuramını özetlediği kendi ünlü cümlesine gönderme yapmaktadır. Bu cümlenin anlamıyla ilgili daha fazla bilgi için : Arslantürk P., Cinsel İlişkinin Yazımının İmkansızlığı ve ikameleri, iç. Libido no: 19.

12 Einstein, A., Freud, S., & Briod, B., Pourquoi la Guerre? Paris: L'Herne. 2011.

13 S. Freud, [1915], İçgüdüler ve Değişimleri, Metapsikoloji, a.g.e., s. 101-110.

14 Metapsikoloji metninin Payel kitaplığından çıkan metnine baktığımızda metnin başlığı İçgüdüler ve Değişimleri olarak çevrilmiştir. Fakat biz triebkelimesinin içinde barındırdığı itmek fiilinden ötürü çevirisinde itki kelimesini kullanmayı daha doğru bulmaktayız. Dilimizde kullanımı psikanaitik çevrelerde daha yerleşmiş olan ve itki ve itmek fiiline anlamı en yakın olan dürtmek ve dürtü kelimelerini de metin boyunca temel çeviri olarak kullanacağız.

15 S. Freud, [1915], İçgüdüler ve Değişimleri, a.g.e., s. 114.

16 A.g.e.

17Verilen örnekte nesnenin tüm tarih boyunca değişmesine rağmen belirli dönemlerde bir nesneye kilitlendiğini görmekteyiz : Nazi Almanya'sında Musevilerin en temel ötekileşen ve ölüm dürtüsünün nesnesi olurken, 3. Murad zamanında maymunların olması gibi.

18 Yazar burada Lacan'ın en bilinen ve kuramı bilmeyenler tarafından sıklıkla yanlış anlaşılan '' Konuşan varlıkta cinsel ilişki yoktur'' cümlesine gönderme yapmaktadır. J. Lacan, Le Discours Psychanalytique N°16, Association freudienne, Paris, octobre 1996, s.58.

19 C. Leguil, ''La Haine est Sans Raison, mais Elle n’est pas Sans Objet'', dans Lacan Quotidien, No: 554, http://www.lacanquotidien.fr/blog/wp-content/uploads/2015/12/LQ-554.pdf.

20 J. Lacan, Le Séminaire, Livre XIX, ...Ou pire, Paris, Seuil, 2011, s. 236.

21 P. Valery, ''Le cimétière marin''.

Diğer Yazılar
Arşiv
Konular
bottom of page